18 Ocak 2017 Çarşamba

ÜNİTE 1 - ESKİ TÜRK EDEBİYATMM TANIMI VE ÇERÇEVESİ

ÜNİTE 1 - ESKİ TÜRK EDEBİYATMM TANIMI VE ÇERÇEVESİ

Türklerin Islâmiyetle VIII. yüzyıldan itibaren temas kurduğu top­luca ve yaygın bir şekilde İslâmlaşma ise X. yüzyılda görülür. İslâmî Türk edebiya­tının ilk önemli eseri  Kutadgu Bilig ( 1069)  Doğu Türkçesi ile yazılmıştır. Doğu Türk yazı dili, birbirinin devamı olan üç edebî üç dönemdir: Karahanlı (11. yy), Harezm-Altınorda (12-15. yy), Çağatay (15.-18. yy) ve bünyesinde birtakım Oğuzca (Batı Türkçesi) özellikleri de gösteren, 15. Yy’dan sonra tamamen Oğuzcalaşan ve ayrı bir edebî dil olma özelliğini kaybeden Memluk Kıpçakçasıdır. Doğu Türkçesi (Hakaniye Türkçesi) Batı Türkçesine göre da­ha önce edebî ürünler vermiştir. Batı Türkçesinin ilk dönemine Eski Osmanlıca, Eski Türkiye Türkçesi ve Eski Anadolu Türkçesi gibi adlar verilmiştir. Bu dönem, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Çağı ile Osmanlı Devleti’nin XV. yüzyı­lın ikinci yarısına kadar uzanan kuruluş dönemini içine alır. Bu edebî dilin ikinci dönemi ise Osmanlı Beyliği’nin gittikçe güçlenerek Anadolu’da siyasi birliği sağlamasından, özellikle de İstanbul’un alınmasından sonra bu kentin yeni bir bilim, kültür ve uygarlık mer­kezi hâline gelmesiyle gelişen ve Arapça ve Farsçadan alınan kelimeler ve çeşitli gramer yapılarıyla anlatım gücünü geliştirerek 20. yüzyılın başlarına kadar varlığını sürdürür. Oldukça gelişmiş bu yüksek edebî dile Osmanlı Türkçesidenilmiştir. Batı Türkçesinin bir kolu da Doğu Osmanlıcası (Âzeri Oğuzca)dır.        Eski Türk edebiyatı, Osmanlı döneminde ortaya konulan edebiyat ürünlerini esas almakla birlikte Osmanlı döneminde tek bir edebî gelenek bulunmamaktadır:



  1.  Halk edebiyatı
  2.  Tasavvufı halk edebiyatı (Tekke edebiyatı)
  3.  Klâsik Türk edebiyatı (Divan edebiyatı)
Bu üç anlayış genel itibarıyla aynı zaman diliminde canlılıklarını sürdürmüş­tür. Eski Türk edebiyatı aslında bu üç anlayışı da kapsamakla birlikte günümüz­de bu üç koldan sadece sonuncusunu ele alır du­rumdadır.
Eski Türk edebiyatı, günümüzdeki kullanım şekline göre, Türk edebiyatının XIII. yüzyıl sonlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar olan sürecini kapsar. Oysa Eski Türk Ede­biyatı olarak adlandırılan dönemin kuramsal olarak Köktürk, Uygur, Karahanlı, Harezm-Altınorda, Çağatay, Memluk-Kıpçak, Anadolu Selçuklu, Beylikler Çağı edebiyatlarını ve 19. yüzyıl ortalarına kadar Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bütün edebî ürünleri kapsaması gerekir. Öyleyse bu edebiyatı şu şekilde tanımlayabiliriz: Eski Türk edebiyatı, Türk edebiyatı tarihinin Osmanlı devletinin coğrafyasında13. yüzyıl sonlarında başlayıp 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra yerini Batı etkisindeki edebiyata bırakan, nazarî ve estetik esaslarını müşterek İslamî kültürden alan, örnek aldığı Fars edebiyatının etkisi al­tında şekillenen, Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin geniş bir oranda yer aldığı bir Türkçe ile eserlerini veren, sanatlı söyleyişi önde tutan, kuralcılığın ve gelene­ğin ağır bastığı, Türk edebiyatının bir dönemidir.
ESKİ TÜRK EDEBİYATI
Adlandırma Sorunu
Batı, özel­likle de Fransız edebiyatı etkisinde doğan ve gelişmeye başlayan yeni dönem Türk edebiyatı edebiyyât-ı cedîde (yeni edebiyat) olarak adlandırılmıştır. Baş­langıçta bu edebî anlayışı öncekinden ayırmak için eskisine edebiyyât-ı kadîme (eski edebiyat) ya da şi’r-i kudemâ (eskilerin şiiri) gibi adlar verilmiştir. Daha sonra, onu yalnızca toplumun belli kesim­lerine hitap eden bir edebiyatmış gibi gösteren havâs edebiyatı (yüksek zümre edebiyatı), sarây edebiyatı, Enderun edebiyatı, edebiyyât-ı Osmâniyye (Osmanlı edebiyatı), Osmanlı şiiri, Divan edebiyatı, ümmet edebiyatı, ümmet ça­ğı Türk edebiyatı, İslamî Türk edebiyatı, klâsik Türk edebiyatı ve eski Türk edebiyatı gibi adlarla da anılmıştır. Ancak bu adlandırmalar bu edebiyatın, toplumun yalnızca belli ke­simlerine hitap eden bir edebiyat olmadığının bilimsel araştırmalarla kanıtlanmasıyla kullanımdan düşmüştür.
Hammer Purgstall ve E. J. W. Gibb gibi Batılı araştırmacı­lar bu edebiyat için Osmanlı edebiyatı ve Osmanlı şiiri, Fâik Reşâd, Abdülhalim Memduh ve Şehabed- din Süleyman gibi modern ilk yerli edebiyat tarihçileri edebiyyât-ı Osmâniyye tabirini kullanmışdır. Fakat buadlandırmalar Beylikler çağı Türk ede­biyatını göz ardı ettiği ve Osmanlı dönemi Türk edebiyatını Türk edebiyatı tarihin­den bağımsız bir edebiyatmış gibi gösterildiğinden doğru bir adlandırma olarak ka­bul edilmez.
Divan edebiyatıismiyse, ilk Ömer Seyfettin ve Ali Canip tarafından kullanılmıştır. İlk başlarda bu adla Osmanlı sarayları ve konaklarında düzenlenen divanlara özgü bir yüksek zümre edebiyatı­ kastedilirken zamanla Eski Tğrk Edebiyatı şairlerinin şi­irlerini dîvân adı verilen kitaplarda toplamış olmalarından hareketle verildiği düşünülmüştür. “Ümmet edebiyatı”, “ümmet çağı Türk edebiyatı” ve “İslamî Türk edebiyatı” gibi adlandırmalar ise başlıca amacı sanat olan bu edebiyatı yalnız­ca dinî amaçlara hizmet eden bir edebiyatmış gibi gösterdiğinden bilim­sel bir değer taşımamaktadır. Fuat Köprülü bu edebiyatın yüksek bir medeniyet dairesinde kendi şartlarında ve kendine has klâsik bir edebiyat olduğunu kabul ederek “klâsik edebiyat” ya da “klâsik Türk edebiyatı” olarak adlandırılması gerektiğini ileri sürmüşse de bu dö­nem Türk edebiyatında Batı edebiyatlarındaki klasisizm ölçütlerini arayanlar bu özellikleri göremedikleri için bu adlandırmaya karşı çıkmışlardır.
Günümüzde bu adlandırmaların bir kısmı terkedilmiş; popüler yayınlarda “Divan edebiyatı”, “Eski Türk edebiyatı” ise daha çok bilimsel bir sı­nıflandırma gereksinimine cevap veren bir adlandırma olarak değerlendirilmekte­dir. Ancak böyle bir adlandırma ile “İslamî Dönem Türk Edebiyatı”nın Batı Türkçesiyle meydana getirilmiş eserlerinin bir kısmı kastedilmekte; İslamî dönem Doğu Türk edebiyatı bu adlandırmanın dışında tutul­maktadır.
Eski Türk Edebiyatmm Dayandığı Ortak Kültür
Eski Türk edebiyatı İslamî dönem İran edebiyatını örnek aldığı,  İran edebi­yatının da Arap edebiyatını esas aldığı bilinmektedir. Türklerden önce İslam dinini kabul etmiş olan İranlılar, nazımda Arap şiirinin ve­zin ve kafiye sistemini; süslü nesirde (=nesr-i müsecca’) de nesir anlayışını benim­semişlerdir. İranlı şair ve yazarların esas aldıkları edebiyat kuramı Arap “belâgat”idir. İranlılarm zaman içinde kısmen de olsa kendilerine özgü bir edebiyat kuramı geliştirdikleri bilinmektedir. Dolayısıyla Türk şair ve yazar­larının örnek aldıkları edebî esaslar, doğrudan Arap edebiyatı değil, birtakım değişikliklere uğramış biçimiyle Iran edebiyatının edebî esasları ol­muştur. Bu üç edebiyatın da esaslarını belirleyen ilk eserler Arap ve Fars dilleriyle yazılmış eserlerdir. Ancak Arap ve Fars dilleriyle yazılmış olan bu eserlerin birço­ğunun yazarının Türk olduğu; Türk şairleri, yazarları sürekli teşvik eden Türk hükümdarların da önemli katkıları olduğu bilinmektedir. O hâlde İslâmî dönem Türk edebiyatının dayandığı esasları yalnızca Arap veya Fars edebiyatına ait ede­bî esaslar olarak kabul etmek yerine, bunları her üç milletin ortak bilgi birikimi olarak değerlendirmek daha doğru
An­cak bu ortak kültür ve bilgi birikimi şairi ya da yazarı dar sınırlar içinde bırakma­mış; aksine onların şiire geniş bir bilgi ve kültür penceresinden bakabilmelerini sağlamıştır. Fakat bu kültür ve bilgi birikimi aydın kesiminin sahip olabildiği, üst düzeyde bir kültür ve bilgi birikimidir. Dönemin şair ve ya­zarları edebiyatı ilgilendiren her alanda bilgi sahibi olmak, Arapçayı ve Farsçayı bu dillerle yazılmış edebî eserleri okuyup anlayacak, hatta bazen bu iki dilde şiir ya­zacak kadar iyi bilmek zorundadırlar.
Dönemin Türk şair ve yazarlarının bu iki milletin edebî anlayışlarını ve kültürünü bu derecede benimsemiş olmalarının tarihî ve sosyal nedenleri:
  • İran ve Arap milletleri ile olan din birliği
  • Osmanlı devletinin amacının bölgesel bir güç olarak kalmayı değil, bir dünya devleti olmayı seçmiş olması.
  • İranlılarm İs­lâm dinini Türklerden yaklaşık iki yüzyıl önce kabul etmiş olmalarında aramak ge­rekir.
  • İranlılarla olan komşuluk ilişkilerinden do­ğan kültürel yakınlaşmayı
  • İran topraklarının uzun yıllar Türk egemenliği altın­da kalmış olması.
Bu ortak kültürün yanı sıra mahallî unsurlar ve Türk milletinin hayatı ve kendisine özgü yorumlayış tarzı da bu şiirin kültür zemininin oluşmasında önemli bir role sahiptir.
Eski Türk Edebiyatında Dil
Dinî metinlerin anlaşılması, dinî kavramların karşılıkları tam olarak kullanılan dilde bulunmadığı için bu dilden aktarılması ve Kıır'ân-ı Ke­tinim okunması ve anlaşılması lâzımdı. Bu kaçınılmaz olarak Arapça ile teması do­ğurdu. Bununla birlikte İslâm kültürü ve sanatı ile olan yaygın ve sürekli ilişki İran yoluyla Fars dili üzerinden olmuştur.
Türk edebiyatı, toplum yaşantısıyla da bağlantılı olarak, Islamdan önce sözlü bir edebiyat şeklinde idi. Türkler İranlılarla kültürel temasa
Başlangıçta Arapça eserler istin­sah edilirken, sonraları bu dilde eserler verilmeye başlanmıştır. Fetihler yazı diline de yansımış; gurur ve büyüklük duygusunu yansıtan ifadeler, sıfatlar gittikçe yaygınlık kazanmıştır. Bu durum ilk olarak resmî yazışmalarda kendisini göstermiştır
Arap­ça daha çok devrin öğretim kurumları olan medreselerde, Farsça ise sanat ve ta­savvuf çevrelerinde etkili olmuştur. Fakat bu çevreler aslında birbirinden bütünüy­le kopuk değildirAncak Farsça ve Fars edebiyatı ile ilgili eserler okutulmadığı hâlde, Arapçaya göre toplumda daha çok yaygınlaşmıştır. Arapça söz varlığının bir kısmı Fars dili üzerinden dilimize yerleşmiştir.
“yüz” kelimesinin yanı sıra Farsçadan gelen “dîdâr, çehre, rû” ve Arapçadan gelen “vech” kelimeleri de şiirde kullanılmış, fakat bunların her biri her zaman birbirinin yerini tutacak şekilde metinlerde yer almamıştır. Türkçeye geçen birçok kelime yeni anlamlar kazanmışlar ya da bir kısım anlamlarını yitirmişlerdir. Divan şi­irinde kullanılan yabancı kelime sayısının dönemden döneme ve şairden şaire farklılık gösterdiği görülmektedir. Bu oran XV. yüzyılda daha az iken sonraki dö­nemlerde artmıştır. Zamanla dilin aruz ile uyum sağlamasının da etkisiyle daha milli bir üslûp ile ifade edilmeye başlanmıştır.
Şiir dilinin kapısının okuyucuya açılması Arapça ve Farsça sözcüklerin bilinmesine değil, bu şiirin me­cazlarla yüklü dilinin kavranmasına bağlıdır.
Şiir dilinin bir diğer özelliği de bu dilin söz ve anlam sanatları ile örülü olması­dır.
Bu şiirde tema doğrudan değil, mecazlı bir dille anlatılır. Bu mecazlı anlatım da şiirin ilk anlamından öte bu anlamın çözülüşüyle ortaya çıkan ikinci bir anlam katmanını, hatta üçüncü bir katmanı var kılmaktadır.
Divan şiirinin di­li yoğun ve süslü bir dildir. Doğrudan anlamla ilişkili sanatlar ve sözü ses bakımın­dan süsleyen sanatlar, şiirlerin çözümlenmesinde ve yorumlanmasında doğrudan veya dolaylı olarak önemli rol üstlenirler.
BELÂGAT
Belâgat, bir düşünce ya da duygunun yerinde ve zamanında manası en açık şekil­de ve akıcı bir dille ifade edilmesidir. Belâgat kitaplarında sözünfasîh(açık, anla­şılır ve akıcı) olmak şartıyla muktezâ-yt hâl ve makam denilen (a) söyleyenin, (b) söze muhatap olanın, (c) dile getirilecek düşünce, duygu ve hayalin durumuna uy­gun şekilde söylenmesi olarak tanımlanır. Söz, ifadesi kastedilen tek bir manayı birden fazla şekilde dile getirebilir. Ma­nanın bu seçeneklerden kendisine en uygun olanıyla birleşmesi sonucu belâgat ger­çekleşir. Belâgat için öncelikli şartfesâhattir. Fesâhat daha çok lafzın (tek veya ibare hâlinde) niteliklerine yöneltir; belâgat ise cüm­ledeki kelimeleri birlikte ifade ettikleri mana ile ele alır. Daha sonra da bu ilgisini bü­tün metne yayar. Belâgatin bilim dalına“Belâgat ilmi” de­nir. Üç kısma ayrılır: Meânî, beyân ve bedî' “Me’ânî” sözün duruma uygun bir şekilde nasıl ifade edileceğini, “beyân” bir maksadın birbirinden farklı usullerle ne şekilde dile getirileceğini, “bedî” ise maksadı ifadede yeterli olan sö­ze mana ve âhenk açısından güzellik verme yollarını gösterir.
Eski Türk Edebiyatında Şiir Divan Şiirinin Dönemleri:
  1. Oluşum Dönemi: XIII. yüzyılın sonlarından XIV. yüzyıl sonlarına kadar de­vam eder. Dönemin önemli temsilcileri, Âşık Paşa, Gülşehrî, Şeyhoğlu Mustafa, Ahmedî ve Şeyhî gi­bi şairledir.
  2.  I. Klâsik dönem: XV. yüzyılın ilk yıllarından XVII. yüzyıl başlarına kadar devam eder. Ahmed Paşa, Necatî ve Zâtî gibi şairlerle olgunluk kazanmaya başladığı; Fuzulî, Bakî, Nev’î, Hayalî ve Taşlıcalı Yahya gibi şairlerle de Türk edebiyatının Iran edebiyatı etkisinden kısmen de olsa kurtularak artık kendi iç gelişimini tamamlayıp özgün eserlerini vermeye başladığı bir dönemdir.
  3. II. Klâsik Dönem: XVII. yüzyıl başlarından XIX. yüzyılın ikinci yarısına ka­dar devam eder. Iran edebiyatındaki üslup farklılaşmasının etkisiyle özellik­le şiirde yoğun olarak yeniden bu edebiyatın etkisi altına girdiği bir dönem­dir. Sebk-i Hindî (=Hind üslubu) adı verilen bu edebî akımın Türk edebiya­tındaki önemli temsilcileri Fehîm-i Kadîm, Nâ’ilî, Nedîm Kadîm, Nef’î ve Şeyh Gâlib’dir.
Bu edebî anlayış Batı uygarlığı et­kisi altında doğan edebiyatta canlılığını ve etkisini sürdürdüğü bilinmektedir. Hatta Cumhuriyet dönemi şiirinde bile bu edebiyatın birtakım izlerini açıkça görmek mümkündür.
Osmanlı Toplumunda Şiir ve Şairin Önemi
Bu toplumda her zaman en üst düzeyde takdir gören sanat ve sanatkârlar arasında şiir ve şairin özel bir yeri olmuştur. Osmanlı toplumunda çeşitli devlet görevlilerinden farklı meslek gruplarına kadar şiir söyleme ve şiirden zevk alma o toplumun ortak zevkleri arasında yer almıştır. şair sultanlar sadece payitahtlerde şiir ve sanat­la ilgilenmemişler; hayatlarının önemli bir bölümünü geçirdikleri seferlerde de şiir ve sanatla uğraşmışlar; sefere çıktıklarında yanlarına bilginler ve sanatkârları da al­mışlardır. pek çok kişinin, yazdıkları şiirleri padişahlara, devlet adamlarına ya bizzat onların huzurunda okumaları ya da sunmalarının sebeplerinden biri de budur. Devlet, bu kişileri ödüllendirmiş böylece toplumda şiirin, şairin ve sanatın yeri devlet eliyle yüceltilmiştir. Başarılı şairlere devlet tarafından maaş bağ­landığı tarihî kaynaklarından olan in’amât (bağışlar) defterlerinde ve şu’arâ tezkirelerinde görülür. Bununla bir­likte sundukları şiirler karşılığında ödül alan, makamı yükseltilen, maaş bağlanan şairlerin çoğunun aslında devlette bir görevi bulunduğu ya da bir meslek sahibi ol­duklarını hatırlamak, sanatla ilgilenmenin o dönemin bürokrasisinde ve toplum hayatında ne kadar önemli olduğunu da göstermektedir.
Osmanlı şairlerinin şiir ve edebiyatla ilk kez aile çevresinde tanıştıklarını söylemek müm­kündür. Ayrıca her aşamadaki eğitim öğretim kurumlarının dersleri arasında ede­biyatın ağırlıklı olarak yer aldığı görülmektedir
 “şuara tezkireleri” üzerinde yapılan çalışmalar şunu göstermektedir: Bu kaynaklarda geçen 3000 civarındaki şair arasında en fazla “ilmiye sınıfı” mensupları, yani bilim adam­ları Daha sonra “kalemiyye” adı verilen bürokrat sınıf Bunlar­dan sonra saray mensupları, askerler, esnaf ve serbest meslek sahipleri yer almak­tadır.
Genel olarak bu edebiyat bir şehir ve şehirli edebiyatı­dır. Fakat en yoğun olarak divan şairi payitaht (=başkent) olan Bursa, Edirne ve İs­tanbul’da yetişmiş olmakla birlikte, bunların dışında Konya, Amasya, Diyarbakır, Anadolu’daki şehirler, Bağdat, Vardar Yenicesi, Filibe, Manastır, Sofya gibi kültür merkezle­ri de ünlü divan şairlerinin yetiştiği yerlerdir.


Dönemin Şiir Kitapları
Eski Türk Edebiyatında şiirlerin toplandığı üç tür kitap vardır: dîvânlar, mesnevîler ve mecmû’a-i eş’ârlar.
  1. Divanlar: Klâsik dönem şairlerinin şiirler, dîvân adı verilen kitaplarda toplanmıştır. Dîvân kelimesinin aslı Farsça olup devlet idaresiyle ilgili kayıt defterleri, bunların ve bunları tutan kâtiplerin bu­lunduğu yer anlamında iken zamanla birden fazla şairin şiirlerinin bir araya getirildiği şiir mecmuası, sonra da belli bir şairin şi­irlerinin toplandığı kitap ya da defter anlamını kazanmıştır. Ancak bu, her şairin bir divan sahibi olduğu anlamına gelmez. Bugün birçok şairin divanının elimizde bulun­maması, bu şairlerin ya bir divan oluşturacak kadar şiir yazmamış olmalarından ya da şiirlerin çeşitli nedenlerle divan hâline getirilmemiş olma­sından kaynaklanmaktadır.
Divanlar düzenlenirken nazım şekilleri esas alınmış ve şiirler genellikle kaside­ler, tarih kıt’aları, gazeller, musammatlar, rubâ’îler, kıt’alar, beyitler, mısralar düze­ninde sıralanmıştır. Ancak Türk edebiyatında her zaman uyulmuş bir divan düze­ninden söz etmek mümkün değildir.
Gazeller divanlarda redifli gazellerde redifin son harfi, redifsiz gazellerde de kafiyenin son harfine göre Osmanlı Türkçesi elifbâsı esas alınarak sıra­lanmıştır. Bazı harflerle kafiye güç olduğundan bütün harflerle gazel söy­lemiş şair sayısı oldukça azdır. Kasidede böyle bir sıra gözetilmemiş; bu nazım şekliyle yazılmış manzumeler daha çok konularının önemine göre sıralanmıştır. Tarih kıt’aları birtakım önemli olayları “ebced”le tarihlendirmek için yazılmış; edebî olmaktan çok tarihî manzumeler­dir. Musammatların sıralanmasında genellikle bendlerinin mısra sayılarına dikkat edilmiş olsa da bunun bir kural hâline geldiğini söylemek mümkün değildir.
Gazellerden sonra genellikle “mukatta’ât” olarak adlandırılan kıt’a, rübâ’î, mat­la’, müfred gibi küçük hacimli şiirler yer alır. Şiirlerin, bir başka açıdan bakarak kendi içlerinde nazım şekillerine göre gruplandığını da söyleyebiliriz. Bunda da esas olan nazım şekillerinin uzunluğu ya da kısalığıdır. Kasîde, terkîb-i bend, tercî’-i bend gibi uzun şiirlerle başlayan bir divan, orta uzunluktaki şiirler olan gazel­lerle ve gazele göre daha kısa nazım şekilleri ile devam eder; bağımsız beyitler ve mısralarla da son bulur.
Bazı şairlerin divanları kendileri hayatta iken, bazılarınınki de ölümlerinden sonra düzenlenmiştir. Küçük hacimli ve eksik divanlara “dîvânçe”, nazım şekilleri bakımından zengin, geniş hacimli divanlara ise “müretteb divan” denir. Genellikle bir şairin divanı onun bütün şiirlerini içerir. bazı şairlerin birden fazla divan tertip ettikleri de bilinmektedir. Di­vanlar Dîvân-ı Fuzulî, Divan-ı Bakî gibi şairlerinin adlarıyla anılırlar. Pek çok di­van şairi Türkçe dışında Farsça divan da tertip etmişlerdir. Bazılarda “dîbâce”, “mukaddime” yani “önsöz” niteliğinde bir giriş bölümü yer alır. Bu bölümler şairin şiir ve sanata bakışı hakkında günümüze önemli bilgiler aktarır.
  1. Mesneviler: Mesnevî hem bir nazım biçimi, hem de bu nazım biçimi ile ya­zılmış kitaplardır. beyit sayısı en fazla otuza kadar çıkmış kısa mesnevîlere de rastlanmakla birlikte bu nazım biçimiyle genellikle aşk hikâyeleri, destânî konular, öğretici dinî, tasavvufî, ahlakî eserler ve manzum sözlükler yazılmıştır. Mesnevîde beyitle­rin diğer beyitlerden bağımsız olarak kendi içinde kafiyelenmesi beyit sayısı için bir sınırlama konulmamış olması, diğer nazım şe­killerinde olduğu gibi şairleri kafiye bulma ve belli birkaç beyit ile düşüncelerini ifade etme sıkıntısından kurtarmıştır.
  2. Şiir Mecmuaları: Divanlar ve mesneviler dışında farklı şairlerin çeşitli nazım şekilleriyle yazdıkları şiirlerinin toplandığı “şiir mecmuaları (mecmû’a-i eş’âr)” ile beğenilen bir şiire başka şairler tarafından yazılmış benzer şiirler(nazîre)in top­landığı “nazire mecmua(mecmû’a-i nezâ’ir)ları bu dönemin antoloji niteliğinde­ki şiir kitaplarıdır. Nazire mecmualarının önemlileri şunlardır:
  1. Ömer b. Mezid tarafından 1437 yılında derlenmiş olan Mecmû’atü’n-Nezâ’ir.
  2. Eğridirli Hacı Kemal tarafından 1512-13 yıllarında derlenmiş olan Câmi’ü’n-Nezâ’ir.
  3.  Edirneli Nazmi tarafından 1524 tarihinde derlenmiş olan Mecma’u’n-Nezâîr.
  4.  Pervane Bey tarafından 1560 tarihinde derlenmiş olan kendi adıyla anı­lan Pervâne Bey Mecmû’ası.
Divan Şiirinin Geleneksel Özellikleri
Bu gelenek hem estetik kuralları hem de muhteva(içerik)nın sınırlarını çizer. Bu edebî anlayışta şair, geleneğin çizdiği bu genel çerçeve­nin sınırlarını aşmadan geleneğin kendisine sunduğu imkânlar ile sanatlı söyleyişi yakalamak durumundadır. Bir şairin bu geleneğin dışına çıkarak şiir söylemesi çok az örnek dışında görülmez.  Bir şairin şair olarak kabul edilebilmesi için gerekli şart­ları koymuş olan geleneği takip etmemesi, kişisel olarak bu şartları aşmaya çalış­ması edebiyat çevresinin dışına çıkarılması, beğenilmemesi, eleştirilmesi gibi so­nuçlar doğurur. Her şair şiir söylerken aynı kurallara uymak durumundadır. Bu engeli aşarak, aynı konuları aynı unsurlar ve aynı estetik kurallarla söylerken diğer şairlerden ayrılabilen ve eldeki malzemeyi farklı bir şekilde işleyerek belli bir düzeye yükselebilen şair, sanatkâr kabul edilir. Klâsik edebiyatta şair, güzel ve et­kileyici bir şiir söyleyebilmek için önce sözcükleri seçer, sonra bunları, estetik ku­rallara uygun bir biçimde birleştirir. Bu “seçme ve birleştirme” işlemi Divan şairle­ri tarafından inci dizmeye benzetilir. Seçme ve birleştirme için “belâgat”in koydu­ğu belli kurallar vardır. Bütün bu kurallar aslında, sözün duruma, bağlama uygun­luğu dışında iki amacı sağlamaya yöneliktir: Dil kurallarına uygunluk ve âhenk. Şiirde orijinal an­lamların ve hayallerin bulunması da gerekir. Zira Divan şiiri âhenk ile anlamın, bi­rini diğerine öncelemeden ideal düzeyde birleşmesini hedefler.
Mazmun: Bu şiirde şairden şaire değişen, dönemden döneme fark­lılaşan bir şiir anlayışının olduğunu söylemek mümkün değildir. Her ne kadar, za­man içerisinde geleneğe eklenen birtakım özellikler ve bazı yerli unsurlar şiire gir­mişse de bunlar temelden değiştirici nitelikte değişiklikler olmaktan uzaktır. Divan edebiyatının hazır bir malzemesi ve belli konular etrafında kodlanmış değişmez motifleri vardır. Yani bu şiir anlayışında bir sevgili ile, tabiat ile ilgili bir kavramın zihinde başka neleri hatırlatacağı, çağrıştıracağı önceden belirlenmiştir. Bu şiirde her moti­fin bağlı olduğu başka motifler vardır. Bu birbirine bağlı unsurlar, divan şiirinde “mazmun” adı verdiğimiz, kavramların birbirleriyle olan ilişki yumağını oluşturur­lar. Mazmun, bir mananın birtakım ipuçları verilmek suretiyle ifade edilmesidir. Bu da dilde me­cazlı bir anlatımı beraberinde getirir. Bu mecazlı söyleyişin açıklığa kavuşması ise Divan şiiri kültürünün belli bir düzeyde bilinmesine ve onun hayal (imaj) siste­minin tanınmasına bağlıdır. Mazmunlar şaire az sözle çok an­lam ifade etme imkânını sunar.
Mahlas: Divan şairleri İran şiirindeki bir geleneğe uyarak şiirlerinde “mahlas” adı verilen takma adlar kullanmışlardır. Mahlasların büyük kısmı, Farsça nispet eki olan “-î”nin eklenmesiyle elde edilmişse de bu şiirde nis­pet eki almamış “Bakî”, “Yahyâ”, “Nedîm.. Bunlardan bir kısmı şairlerin kendi adlarıdır. Şairler şiirde kullanacakları mahlasla­rı genellikle kendileri seçmiş olmakla birlikte, bir şairin başka şairlere mahlas armağan ettiği de görülmüştür. Bi­lindiği kadarıyla şiirde mahlas kullanma geleneğine Kadı Burhaneddin ve Kemal Paşazâde dışında uymayan olmamıştır.
Mahlasların güzel bir yaratılış özelliğini; belli bir mesleği, tabiatte bulunan bir varlığı gösteren mahlaslar ol­duğu gibi mistik bir özelliği ve zevk ve eğlence düşkünlüğünü ifade edenleri de vardır.
Geleneğin ağır bastığı bu edebiyatta sultan şairler de mahlas kullanarak şiir söy­lemişlerdir. “Avnî” Fatih Sultan Mehmed’in, “Selîmî” Yavuz Sultan Selim’in, “Muhibbî” Kanuni Sultan Süleyman’ın, “İlhamî” III. Selim’in mahlaslarıdır. bazı şairlerin mahlasları edebiyat tarihlerinde adları­nın önüne geçmiştir. Mahlaslar genellikle şiirlerin sonlarında yer alır.
Divan Şiirinde Biçim ve Âhenk
Biçim: Divan şiirinde şiirin asıl kompozisyonunu Arap ve Fars şiirinden alınan na­zım şekilleri (eşkâl-i nazm) belirler. Bu şiirde nazım birimi iki mısralık “beyit (beyt)” ve ikiden fazla mısralık “bend”dir. Bu yüzden nazım şekilleri üç grupta top­lanmıştır:
  • Beyit (<beyt) = “kasîde”, “gazel”, “kıt’a” ve “mesnevî”
  • bendlerden = “musammatlar” (Bunlar her bendi üç mısradan oluşan “müselles”, her ben­di dört mısradan oluşan “murabba”, her bendi beş mısradan oluşan, “muhammes”, her bendi altı mısradan oluşan “müseddes”, her bendi yedi mısradan oluşan “mü- sebba”, her bendi sekiz mısradan oluşan “müsemmen”, her bendi dokuz mısradan oluşan “mütessa”, her bendi on mısradan oluşan “mu’aşşer”dir. “Terkîb-i bend (=terkîb-bend)” ve “tercî’-i bend (=tercî’-bend)” musammatlar içinde farklı bir gru­bu meydana getirirler.)
  • Dört mısralı. = “rubâ’î” ve “tuyuğ”
Âhenk: keli­melerin akıcılığı, kulakta güzel tesir bırakacak şekilde bir araya getirilmesi, sözün ses yapısının etkileyici şekilde düzenlenmesidir. Divan şiirinin âhenk yönü çok güçlüdür.
Eski Türk edebiyatında şiir mevzûn (vezinli) ve mukaffâ (kafiyeli) söz olarak tanımlanmış; sonradan buna muhayyel olma şar­tı da eklenmiştir. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Divan şiirinde âhengi sağla­yan aslî ögeler vezin ve kafiyedir. Divan şiirindeki diğer âhenk ögeleri:
  1.  Söz diziminin fasih kelimelerden oluşması: Klâsik edebiyat bilgisi, sözün telaffuzunun akıcı olup kulağa hoş gelmesi ve manasının açık olması. Bunun sonucu olarak kelimenin hem tek başına hem de öncesi ve sonrası ile yani söz dizimi içinde akıcılığını inceler ve bu­nun önündeki engelleri sıralar. Nitekim kelimenin fesahatini ararken kelimede söyleyiş güçlüğü(tenâfür-i hurûf)nün bulunmamasını, söz diziminde fesahati arar­ken de söz diziminde söyleyiş güçlüğü(tenâfür-i kelimât)nün bulunmamasını göz önünde bulundurur. Fasih kelimelerin birbirleriyle güzel ve etkileyici tarzdaki uyu­mundan meydana gelen sözdeki akıcılık selâset olarak adlandırılır.
  2.  Söz sanatları: Aynı anlamın farklı yollarla ifade edilmesi konusunun yanı sıra sözü anlam ve ses bakımından süsleyen söz sanatlarını ayrıntılı olarak ele alır. Sözü ikinci yönüyle süsleyen söz sanatlarının başında farklı türlerde, bir veya birden fazla kelimeden oluşan söz yinelemeleri (tekrîr) gelir. Bunun dışında aynı sesleri taşıyan veya aynı kalıpta şekillenen kelimelerin metinde bulunması da âhengi sağlayan söz sanatları arasında yer alır.
  3.  Bazı nazım şekillerinin yapısal özellikleri: Nazım şekilleri, kendi içinde birtakım ses düzenlemelerini bir şart olarak bulundurduğu için şaire bunları teknik bakımdan hazır olarak sunmaktadır. Şairin ilk beytinin bir mısrasını son be­yitte tekrar etmesi metin yinelemesi şeklinde metne âheng bakımından katkı sağ­lamaktadır. Musammatlarda bendlerin son ya da son iki mısraının aynen tekrarlan­ması, gazellerde birden fazla matla beytinin bulunması, bütün mısralarının aynı ka­fiyeyi takip etmesi (müselsel gazel) de aynı etkiyi yapar. Bazı kasidelerin ve gazel­lerin dört mefâ ’îlün, veya dört müstef’ilün gibi aynı tef’ileleri tekrarlayan beyitle­ri, mısra ortasından bölünerek iç kafiye bulunduran bir düzen hâlini alırlar (musammat kaside ve musammat gazel) ve iç kafiye bulundurdukları için âhenk bakımından daha güçlü olurlar.
  4. Inşâd (=özellikli şiir okuma): “şi­ir metninin şiir dilinin özelliklerine göre düz yazıdan farklı olan ve metnin etkile­yiciliğini artıran niteliklerini göz önünde tutulduğu okunuş biçimi”
Divan Şiirinde Muhteva
Din: Klâsik dönem Türk ede­biyatında bu etki iki boyutta kendini göstermektedir.
  1. Söz konusu etkinin edebî metinleri dinî düşüncelerin aktarım aracı olarak gören, hatta türlerini belirle­yen boyutudur.
  2. Bütün şiire hâkim olan “varlık birliği” inancının bu edebiyatın bütününü ve üslubunu belirlemesidir. Bu daha çok tasavvufla ilgilidir.
Divan şiirinde bazı türler doğrudan dinî içeriklidir: Tevhîdler, Allah’ın “zât”ından, “sıfat”larından ve “fiil”lerinden, onun birliğinden ve yüceliğinden söz eden ve genellikle ka­side nazım biçimiyle, Münacatlar Allah’a yakarışı içeren ve farklı nazım biçimleriyle yazılabilen manzumelerdir. Na’tler genellikle Hz. Muhammed için yazılmış şiirler olmakla birlikte dört halife ve diğer din büyüklerinin övgüsünde yazılmış şiirlere de na’t denildiği görülmektedir. Mi’râciyyeler Hz. Muhammed’in mi’râca çıkışı konusunun işlendiği daha çok mesnevi ya da kaside biçiminde yazılmış manzumelerdir. Mevlidler mesnevî tarzında kaleme alınan ko­nusu Hz. Muhammed’in hayatı ve kişiliğidir. Bu türe mevlid adının verilme nede­ni bu eserlerde konunun genellikle onun doğumu üzerine yoğunlaşmış olmasın­dan kaynaklanmaktadır. Mevlid türünün en güzel örneği Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı eseridir. Hilyelerde Hz. Muhammed’in kişiliğinden bah­sedilir. Hadis tercümelerinin en yaygın olanları kırk hadis (hadîs-i erba’în) çevi­rileridir
Metinlerde yaygın olarak Allah, Huda, Hak, Rab ve Tanrı olarak geçen adlarının yanında, esmâü’l-hüsnâ (=güzel isimler) denilen diğer isimleriyle ve “dânâ”, “cihân-ârâ”, “bağbân-ı sun” gibi nitelemelerle de O’na işaret edilir.
Meleklerden bazıları da Divan şiirinde çeşitli münasebetlerle yer al­mışlardır. Dört büyük meleğin (melâ’ike-i mukarrebîn) adları Cebrâ’îl, Mikâ’îl, İsrâfîl ve Azrâ’îl’dir. Bu meleklerden Cebrâ’îl (Rûhü’l-kuds, Rûhü’l-emîn, Nâmûs-ı Ekber) peygamberelere vahiy getiren, Mikâil do­ğa olaylarından ve kulların rızıklarının taksimininden sorumlu olan, İsrafil kıyamet günü sûra üfleyecek olan; Azrail de canlıların ruhunu alan (melekü’l-mevt) me­lekler olarak Divan şiiri metinlerinde geçer. Cennet bekçisi Rıdvan da geçen melek adlarındandır.
Hz. Davud’a gönderilen Zebur, Hz. Musa’ya gönde­rilen Tevrat, Hz. İsa’ya gönderilen İncil ve Hz. Muhammed’e indirilen Kur’ân ve Kur’an’ın diğer iki adı Mushaf ve Furkan’a da Divan şiiri metinlerinde rastlanır.
Dinî kişiliklerin en önemlileri peygamberlerdir. Kur’ân’dabirçok peygamber adı geçer. Ancak peygamberlerin şiirde geçiş şekilleri sadece İslâm dininin temel kaynakları olan ayet ve hadislerde verilmiş bilgilerle sınırlı değildir. Zamanla diğer dinlere ait kaynaklardan edinilen bilgilerle edebiyata yansı­ma biçimi genişlemiştir. Peygamber kıssaları(kısas-ı enbiyâ)nı bilmek bazı telmihlerin anlaşılması için önemlidir.
Âdem, şiirde ilk insan ve ilk peygamber olması, topraktan yaratılması, bütün meleklerin ona secde etmesi, Allah’ın emrine rağmen şeytanın ona secde etmeme­si, Havva ile birlikte yasak meyveyi yemesi ve bundan dolayı cennetten çıkarılma­sı gibi özellik ve yönleriyle anılır. Şît peygamber dokuma sanatına vakıf olması; Idrîs peygamber ilim ve hikmet sahibi olması, ilk defa kalem ile yazı yazan ve el­bise diken kişi olduğu için kâtiplerin ve terzilerin piri olarak adlandırılması müna­sebetleriyle şiirde yer alır.Nûh, ömrünün uzunluğu, kavminin onu yalancılıkla suçlaması üzerine kendi­sine inanan az sayıdaki insanla birlikte her canlıdan biri erkek diğeri dişi birer çift alıp bir gemiye binerek tufandan kurtulması; Ibrâhîm Allah’ın dostu (=Halîlullah) olarak nitelenmesi ve davetine uymayan Nemrut ile olan kıssası, inancından dön­mediği için Nemrut tarafından ateşe atılması, ateşin onu yakmayarak bir gül bah­çesine dönüşmesi, putları kırması, Kâbe’yi bina etmesi, adının “bereket” ile birlik­te anılması; İsmail, babası İbrahim tarafından kurban edilmek istenmesi ve kendi­sinin bu duruma tam bir teslimiyet ve sabır göstermesi ile şiirde yer alır. Davud peygamber, sesinin güzelliği ve etkileyiciliği, demiri elinde mum gibi yumuşatması ve bu demirden zırh yapması; Sâlih peygamber, iman etmelerini is­tediği insanların kendisinden mucize olarak kayadan bir deve çıkarmasını isteme­leri ve onun bu mucizeyi gerçekleştirmesi, fakat kavminin bu deveyi kesmesi ve imandan yüz çevirmeleri üzerine şiddetli bir sesle helak olması ile şiirde yer alır.Süleymân peygamber, dünyadaki saltanatı, rüzgâra, insanlara ve cinlere hük­metmesi, rüzgârların onun tahtını taşıması ve yedi iklimi ona gezdirmesi, hayvan­larla konuşabilmesi, üzerinde “ism-i a’zam(Allah’ın en büyük ismi)” yazılı olan ve kendisine bu güçleri veren yüzüğü (hâtem, mühr), bu yüzüğün bir müddet ken­disinden çalınması, doğru karar alma meziyetine sahip olan Âsaf(Âsaf b. Berhiyâ)’ı kendine vezir olarak seçmesi, kendisine hizmet eden ve Sabâ melikesi Belkis ile haberleşmesini sağlayan ve onun tahtını getiren Hüdhüd isimli kuşu, bir sefer esnasında bir karınca (mûr) ile görüşmesi gibi özellikler ve durumlar ile geçer. Süleyman Peygamber şiirde güç ve iktidarın sembolüdür. Ya’kub peygamber, rü’ya yorumundaki ustalığı, oğlu Yusuf’tan ayrılmanın üzüntüsüyle gözlerinin kör olması, onun gömleğinin gözlerine sürülmesi ile göz­lerinin tekrar açılması münasebetleri ile geçer. Divan şiirinde “hüzn”ün ve “sabr”ın sembolüdür. Yûsuf peygamber güzelliği, kardeşlerinin kıskançlığı ve onlar tarafın­dan kuyuya atılışı, köle olarak satılması, Züleyha’nın kendisine olan aşkı, buna karşı iffetini muhafaza etmesi, onun güzelliğini gören kadınların ellerini kesmele­ri, bir iftira sonucunda zindana atılması, rüya tabiri konusundaki yeteneği ile ge­çer. Divan şiirinde “güzellik” ve “iffet” sembolüdür. Eyyûb peygamber hastalıklarla ve dertlerle sınanması ve bu sınamalara sabır göstermesiyle “sabır” sembolü olarak; Mûsâ peygamber (Kelîm) Tur dağında Al­lah’ın hitabına muhatap olması ve Allah’ın ona tecelli edişi, Firavun ile olan müca­delesi, elindeki asayı yere attığında asanın yılan hâlini alması ve Firavun’un büyü­cülerini alt etmesi, yine asası ile Nil nehrini ikiye bölmesi, koynuna soktuğu elini bembeyaz ışık saçar bir hâlde çıkarması (yed-i beyzâ) mucizeleri ile; Yûnus pey­gamber Rabbinden izin almadan kendisine iman etmeyen ahlakî çöküntü yaşayan ve putlara tapan kavminden bir gemiye binip kaçması, denize atılması, bir yunus tarafından yutulması, balığın karnında sürekli af dilemesi sonucu kurtulması ile Di­van şiirinde geçer, İsa peygamber Cebrail’in Meryem’e üflemesi sonucunda babasız olarak doğ­ması, bebek iken konuşması, hastaları ve körleri iyileştirmesi, hatta ölüleri diriltme­si, maddi âlemden soyutlanması ve göğe yükselmesi, fakat üzerinde bir iğne bu­lunduğu için dördüncü kat felekten daha ileri yükselememesi gibi motiflerle şiir­de yer alır, Peygamber yahut velî olduğu konusunda farklı görüşler bulunan Lokman, hikmet sahibi oluşu, hekimlikte üstat kabul edilmesi; Hızır ise ilim ve irfan sahibi olması, İlyas ve İskender ile birlikte karanlıklar ülkesi(zulumât)ne yolculukların­da âb-ı hayât(ölümsüzlük suyu)ı arayıp bulması ve İlyas ile birlikte bu suyu içe­rek ölümsüzlüğe kavuşması, sıkıntıda olanların yardımına yetişmesi ve yardım et­mesi, ayağının bastığı yerlerin yeşile dönüşmesi ile şiirde yer alır, Hz. Muhammed ise son peygamber olması, âlemlerin kendisi için yaratılması, yetimliği, yüksek ahlakı, herhangi birisinden ders almaması(ümmî olması)na rağ­men Rabbi tarafından kendisine verilen derin ilmi, Mekke’den Medine’ye hicreti, kıyamet günü insanlara şefaat edecek olması, İsrâ ve Miraç hadiseleri, Miraç’ta Al­lah’a “yayın iki ucu kadar” yakınlaşması (kabe kavseyn), âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, yürürken bulutların onun üzerine gölge yapması, gölgesinin yere düşmemesi gibi motiflerle şiirde yer alır, Aşağıdaki beyitte şair kıyamet günü Hz, Muhammed’in şefaatini dilemektedir Dört halifeden Hz. Ömer adaleti, Hz. Ali cesareti, kahramanlığı, Zülfikar adlı kılıcı ve Düldül adlı ati; Hz. Ebubekir, sadakati; Hz. Osman da hilim ve hayâ sa­hibi olması ve Kur’ân ayetlerini toplatması ile şiirde geçer. Şi’î-Bektaşi geleneğinde peygamberlere varis olarak kabul edilen ve dinî açıdan kendisine çok özel bir önem verilen Hz. Ali ve onun çocukları Hz. Hasan ve Hü­seyin’in de içinde bulunduğu on iki imama Sünni şairler tarafından da önem veril­miş, bu kişiler hakkında bağımsız manzumeler yazılmıştır.
Divan şiirinde âhiret, mahşer, kıyâmet, cennet, cehennem, cennet ve cehen­nem arasında bir yer olan a’râf, hûrî, Tûbâgibi dinî kavramlar da sıkça yer alır­lar. Dinî bilimlerin birtakım terim ve kuralları da şiire yansımıştır
Tasavvuf: Ta­savvuf, temelde Islâm dininin Kur’an ve sünnet adı verilen iki kaynağına dayan­makla birlikte zamanla dış etkilerden, başka milletlerin felsefelerinden ve düşünüş­lerinden de etkilenen dini, dünyayı ve hayatı yorumlayış tarzı. İslam’ın ilk dönemindeki “zühd”; yani dünya nimet­lerinden, süsünden, zevklerinden uzak durma ve güzel ahlâkla bezenme isteğin­den ve çabasından kaynaklandığı, Islâm dininin öğretileri ile şekillendiği daha çok kabul gören bir düşüncedir. Zaman içinde Islâm dün­yası farklı milletlerin kültürleri ve felsefeleri ile ilişkiye girmiş; bunun sonucunda da tasavvufun bir kolu felsefî bir boyu­ta bürünmüştür. Bu felsefî boyutunun en uç noktası ise “vahdet-i vücûd (varlık birliği)” inanç sistemidir. Bu sistem İbn Arabî’nin yorumlarıy­la şekillenmiş ve bu düşünce bütün Divan şiirini etkilemiştir.
Tasavvuf, her türlü ilişkide yaratıcıya olan sevgiyi esas alır. İnsanın kötü huylarını bütünüyle terk etmesi ve diğer insan­larla sevgi temelinde birleşmesidir. Allah, kendisinden korkulması değil, sevgi ile bağlanılması gereken bir varlıktır. Bu düşünce sistemini benimseyen şairler, Yaratıcıyı kendisine sevgi duyulan bir varlık olarak kabul etmişlerdir. Tasavvuf ayrıca dünyadaki mad­di hayatı ve ona ait her şeyi bu dünyada iken terk etmektir. Tasavvuf aynı zaman­da kişinin güzel huylarla bezenmesi demek olduğundan bunun için nefisle müca­dele edilmesi gereklidir ve bu mücadeleyi kazanma yolunun yöntemlerini de ta­savvuf belirler.

Tasavvufa göre bütün varlıklar üzerinde hâkim olan bir “mutlak sevgi” ve “mut­lak güzellik” vardır. Bu yolda olanlar Yaratıcıyı, kulun sevdiği, bu sevgi ile huzur bulduğu, hem kendi hem de kâinat üzerindeki eserlerinde onun izlerini gördüğü bir sevgili olarak kabul etmişlerdir. Allah, varlık sahnesinde görünmek, bunun için de sınırsız güzelliğini açığa vurmak istemiş ve bu âlemi yaratmıştır. Böylece yüz­yıllarca edebiyatın diline de hâkim olacak olan “İlahî aşk” nazariyesi ortaya çıkmış­tır.
İlahî aşkı yaşayan sofiler, günlük dille ifade edilemeyecek ruh hâlleri yaşadık­larını, yaşadıkları bu hâllerin ancak sembollere dayalı bir dil ve üslupla ifade edi­lebileceğini söylerler ve bu özellikte bir dil kullanırlar. Böylece şiir ile tasavvuf arasında güçlü bir ilişki ortaya çıkmıştır. “âşık” ve “sev­gili” tiplerinin bu düşünce sistemine uygun olarak biçimlenmesine yol açmıştır. Dolayısıyla şiir dilindeki mecazların anlaşılması büyük ölçü­de tasavvufî bilgi ile mümkündür.
Divan şiirinde tasavvuf etkisinin oluşmasında Ahmed Yesevî, Yunus Emre ve izleyicilerinin ve Mevlânâ’nın büyük etkisi vardır. Türk edebiyatında dinî-tasavvufî etki önce halk edebiyatı ürün­lerinde görülmüş, daha sonra bu etki yaygınlaşmıştır.
Bu şiirde gerçeklerin özüne inmeye çalışmayan, her şeyi sürekli dış görünüşüyle değerlendiren ve “zâhid” ve “vâ’iz” gi­bi adlarla anılan tipler vardır. Şiirde tasavvuf yolunda olan kişiler ise genellikle “âşık” ve “rind” karakterli olarak görülürler ve diğer grupla sürekli çekişirler.
Sûfilerin şiirde şarap, sevgili­nin yanağı, zülfü, beni, boyu gibi özelliklerini kullanmalarının başlangıcı semâ meclislerinde olmuştur. İlk önce sadece Kur’ân ve hadisin “semâ” edildiği bu meclislerde özellikle Hicrî 5. yüzyıldan itibaren şiirler de okunmaya başlamıştır. Mutasavvıflar içinde bulundukları “hâl”leri ifade etmekte zorlandıklarında bu tarzda şiirler söylemeye başlamışlar ve bu kavram­ları belli belirsiz farklı anlamlarda kullanmaya başlamışlardır. Zamanla bu durum ilerlemiş, “şarap”, “kadeh”, “sâkî”, “meyhâne” ve “sûfî” gibi kavramlar gerçek an­lamlarından uzaklaşmış; Hicrî 7. yüzyıldan itibaren de yeni anlamlar kazanmış­, sufilerin tasavvufî eserlerde bu kavramları yanlış anla­şılma endişesi taşımadan rahatlıkla kullanıldıkları görülmektedir. Bunda en büyük etken ise Gazali’nin yaklaşımıdır. Gazali, bazen kalpte “vecd” adı verilen bir “hâl”in meydana geldi­ğini ve bu hâlin insanı harekete geçirdiğini söyler. İşte bu hâlde iken veli kulların kulaklarına herhangi bir ses geldiğinde onlar “mahbûb(sevgili)”u hatırlarlar. Gazali, sofilerin kasidelerin nesib kısımlarında geçen “zülf(=saç)”ten küfrün karanlığını, yanağın parlaklığından iman nurunu, “vuslat (sevgiliye kavuşmak)”tan Allah ile yakınlığı, “rakîb”den Allah ile olan yakınlığın arasına giren dünyevî engel­leri anladıklarını söyler. Ona göre şiir dinleyenin şairin sözünden onun muradını anlaması gerekmemektedir. Mesela “şarap” ile bu şiirde “İlahî aşk” kastedilir. Çün­kü şarap nasıl sarhoşluk verirse, ilâhî aşk da insanı kendinden geçirir. Sarhoş olan insan ne yaptığından nasıl habersiz ise gerçek aşka tutulan, yani İlahî aşka düşen kişi de aynı durumdadır. Bu durum aşkın içkiye benzetilmesinin nedenini açık­lamaktadır. Yunus’un aşağıdaki beytinde geçen “şarap”, “saki”, “meyhâne”, “mest (sarhoş)”, “peymane (kadeh)” aslında birçok Divan şairinin kullandığı anlamda kullanılmıştır.
Bunun dışında bazı tasavvuf terimleri de şiirde geçer. Bu terimler arasında “Mevlevî”, “semâ”, “ışık”, “kalender”, “abdal”, “derviş”, “dergâh” gibi tari­kat ile ilgili olanları, maddi âlemden uzaklaşmayı ifade eden “tecrîd” ve bunun için gerekli olan nefsi terbiye etmek olan “riyâzet”, kişinin kendisini sadece Rabbine muhtaç hissetmesi demek olan “fakr”, kısaca Allah’a yakınlık kazanmış olma hâli olan “velâyet” ve bu hâle sahip kişi anlamına gelen “velî”, bu duruma sahip olan­ların yaptıkları olağanüstü iş olan “kerâmet”, kişinin kendisini hakir görmesi ve başkalarının kendisini değersiz görmesine aldırmayan hatta bunu olgunlaşma yo­lu olarak görme manasında “melâmet”, ezelde Allah’ın kullarına “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna ruhların da “beli (evet)” cevabını vermelerine gönder­me yapan “bezm-i elest”, yahut “belâ” sözcükleri, kişinin Rabbi dışında hiçbir şe­ye ve hiç kimseye kendini muhtaç görmemesi anlamındaki “istiğnâ”, bütün varlık âleminin varlığın kendisinden olma şartıyla aslında tek olduğu düşüncesi olan “vahdet”, tek ve bir olan mutlak varlığın dışındaki bütün varlığın adı olan “kesret (çokluk)” ve “mâsivâ (Allah dışındaki her şey)”, vahdete erdiğinde kişinin ken­di varlığını Yaratıcının varlığında yok etmesi demek olan “fenâ (yokluk)”, bu hâ­le eriştiğinde asıl süreklilik ve ölmezlik olan “beka(=ebedîlik)”, Allah’tan başka bü­tün eşyayı ve insanları bırakmak demek olan “terk” gibi tasavvufî terim ve kavram­lar da şiirde yer alır.
Belh hükümdarı iken tacını tahtını bırakarak tasavvuf yoluna giren İbrahim b. Edhem, “ene’l- Hak (=Ben Hakkım)” sözünü sarf eden ve bu söz “Ben Tanrıyım” şeklinde anlaşıl­dığından asılan Hallâc-ı Mansûr, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Mevlânâ ve Şems yine Divan şiirinde adları geçen mutasavvıflardandır.
Tarihî ve mitolojik bilgiler: Divan şiirinde adı geçen mitolojik kahramanlar ve şiirde anılış şekilleri ve adlarıyla özleşmiş semboller:
Cemşîd (Cem): Efsanevî Iran hükümdarı. Divan şiirinde saltanatın­daki kudreti, şarabı buluşu, cihanı gösterdiğine inanılan kadehi, eğlence meclisleri, tahtı ve parlak tacı ile birlikte geçer.
Dahhâk: Cemşîd’i öldürerek Iran şâhı olur. Şehnâme’de kötülüğün ve zulmün sembolü olarak geçer. Efsaneye göre, şeytan Dahhâk’i iki omuzundan öp­er, her iki omuzunda yılan çıkar ve bu yılanlar­dan bir türlü kurtulamaz. Divan şiirinde yılanlarla ve zalimliğiyle sembol olmuştur.
Efrâsiyâb: Turan hükümdârı. Iran ülkesinin baş düşmanı olarak Şehnâme de sıkça geçer. Divan şiirinde kahramanlık ve hükümdarlık sembollerindendir.
Ferîdun: beş yüz yıl hüküm sürdüğü söylenen Dahhâk’i yenerek Iran tahtına geçen bu efsanevî hükümdâr.Adaletin, uzun ömürlülüğün ve gü­cün sembolüdür.
Gâve: Dahhâk’e karşı gelerek halkı isyana sevketmiş ve demirci önlüğünü bay­rak hâline getirerek Ferîdun’un Iran tahtına çıkmasıyla sonuçlanan isyanı başlat­mış de­mirci. Gâve, haksızlığa ve zulme başkaldırmanın sembolü olarak geçer.
Nerîmân: Şehnâme’deki büyük kahramanlardan Sâm’ın babası, Zâl’in de de­desidir. Kahramanlık sembolü olarak kullanılmıştır.
Sâm: Bir ejderhayı tek bir vuruşla öldürdüğü için “Tek Vuruşlu Sâm” diye de anılan, Neriman’ın oğlu Zâl’in babası, Minuçihr’in büyük savaşçısı. Kahramanlık sembollerindendir.
Zâl: Neriman’ın torunu, Sâm’ın oğlu ve Rüstem’in babası, Şehnâme’de­ki büyük kahramanlardan biri. Efsaneye göre bü­tün tüyleri bembeyaz olarak doğunca Sâm ondan korkar ve Zâl’i Simurg’un yaşadığı Elbürz dağına bırakırlar. Simurg da besler. Daha sonra pişman olan Sâm gelip onu dağdan alır. Zâl, ok atmasıyla meşhurdur.
Rüstem: Sâm’ın torunu, Zâl’in de oğlu. Olağanüstü özelliklere sahip bir ço­cuk olarak doğar. Küçük bir bebekken büyük bir insan gibi yiyip içen ve çok güçlü biri olan Rüstem, Turan hükümdarı Efrasiyâb’ı da yener. Esirolan Keykavus’u kurtaran ve Heft-hân adı verilen ve kimsenin ge­çemediği tehlikeli yolu geçen iki kişiden biri. Rüstem’in meşhur atının adı Rahş’tır. Kahramanlık ve güç sembolü olarak geçer.
İsfendiyâr: “Heft-hân” adlı tür­lü tehlikelerle dolu yolu geçen iki kişiden biri. Rüstem’le yaptığı savaşta ölmüştür. Kahramanlık sembo­lü olarak ve Rüstem’le yaptığı savaşla anılır.
Kahraman: Çocukken devler tarafından kaçırılarak büyütülür, fakat dev olma­dığını anlayınca onlarla savaşarak bir gergedan sırtında ülkesine geri döner bir yiğitlik sembolü olup ETE’de “Kahramanı-ı Katil” adıyla anılır.
Keyhusrev: Uzun yıllar padişahlık yapmış ve imparatorluğunu Hin­distan’a kadar genişletmiş bir Iran hükümdarı. Divan şiirinde güç ve ihtişamın sembollerindendir.
Keykubâd: Şahsız kalan İran tahtına Zâl’in tavsiyesiyle geçen ve ülkeyi adalet­le yöneten bir hükümdar. Divan şiirinde de daha çok adaletiyle öne çıkar.
Minuçihr: dedesi Feridun’un yerine tahta geçen ve 120 yıl saltanat sü­ren bir İran hükümdarıEmrindeki Neriman ve Sam ile büyük savaşlar kazanmıştır. Divan şiirinde de saltanatı ve kahramanlığıyla anılır.
Nûşirevân: Adaletiyle ve Tâk-ı Kisrâ adıyla meşhur sarayıyla ünlü Kisrâ unvanıyla anılan ilk İran şahıSarayına bir çan bağlattığı insanların bu çanın zincirini çekerek onu çağırdığı ve şikâyetini ve ihtiyacını söylediği rivayet edilir. Divan şiirinde de sarayı, çanı ve adaleti ile anılır.
Husrev: Nûşirevân’m torunu“Hüsrev u Şîrîn” hikâyesinin erkek kah­ramanı Husrev-i Pervîz diye de anılır. Divan şiirinde de padişahlığı, Şîrin’e olan aşkı ve efsanevî iki atı Gülgûn ve Şebdîz’le birlikte anılır. Husrev sul­tan anlamına da gelir.
Siyâvuş: Keykavus’un oğlu. Rüstem tarafından yetiştirilmiştir. Çok güzel biri olan Siyavuş’a üvey kız kardeşi âşık ol­muş; fakat Siyavuş ondan yüz çevirdiği için iftirasına uğramıştır. Bu iftira yüzün­den Turan hükümdarı Efrasiyâb’ın yanına giderek onun kızıyla evlenmişse yi­ne atılan iftiralarla Efrâsiyâb tarafından boğazlatılarak öldürülmüştür. Divan şiirin­de kahramanlığı ve daha çok “haksız yere öldürülme” sembolü olarak anılır.
Bihzâd: Hüseyin Baykara’nın ressamlarındanDivan şiirinde resimlerindeki marifetiyle övülen ve sevgilinin güzelliği anlatılırken kendi­sinden bahsedilen bir kişidir.
Cengiz: Büyük Moğol hükümdârı.Asıl adı TimuçinMoğol devletinin sınırlarını Avrupa’nın ortalarına kadar genişletmiştir. Divan şiirinde daha çok sahip olduğu topraklarla, saltanat gücüyle ve zalimliğiyle anılır.
Fağfûr: Çin hükümdârlarının unvânı. Ayrıca İskender zamanında yaşamış ve Asya’nın tümüne 62 yıl hükümdarlık yapmış bir padişahın adı. Divan şiirinde büyük bir padişah olması özelliğiyle genellikle Çin sözcüğüyle birlikte anılır.
Hülâgû: Cengiz’in torunu. Iran toprakları üzerinde İlhanlı devletini kurmuş­. Çok kan dökmüş bir padişah olduğu için Divan şiirinde daha çok bu yönüyle anılır.
İskender: Divan şiirinde Kur’ân’da adı geçen Zülkarneyn ile Makedonyalı Büyük İskender birbirine karıştırılmış ve ikisi aynı şahıs imiş gibi kabul edilmiştir. Şiirde “âb-ı hayat(ölümsüzlük suyu)”ı aramak için “zulumât(karanlıklar ülkesi)”a gitmesi, Hızır ile olan hikâyesi, dünyayı gösteren aynası (âyîne-i İskender), Ye’cüc ve Me’cüc adı verilen bir kavmin yayılmaması için yaptırdığı sedd(sedd-i İskenderî)i ve dünyaya hâkim olması ile anılır.
Mânî: Behram tarafından derisi yüzülerek öldürülmüştür. Divan şiirinde resim yapma yeteneği ve duvarları onun yaptığı resimler ile süslü Nigâristan adlı bir mabedle birlikte anılır.
Nergis: Bir perinin çocuğu ve çok yakışıklı biri olduğu için peri kızları tarafın­dan hayranlık duyulan biridir. Eko ismindeki peri kızının aşkına cevap vermediği için bedduaya uğramış ve bir gün ırmaktan su içerken suda yüzünün aksini görün­ce, kendi güzelliğine meftun olup kendini kaybetmiş ve ırmağa düşüp boğulmuş, düştüğü yerden nergis adlı çiçek bitmiştir.Divan şiirinde bir çiçek ve kendini beğenmişliğin sembolü olarak geçer. Ayrıca nergis, mahmur gözden kinaye olarak da kullanılır.
AnkaDiğer adı sîmurg. Bu kuş Kaf dağında yaşayan, çok yükseklerde uçması, yere konmaması, üzerinde otuz değişik renkten tüy bulunması ve “kanâ’at” ve “istiğnâ” sembolü olarak şiirde yer alır.
Hümâ: efsanevî bir kuş olup kemikle beslenirmiş. Gölgesi ki­min üzerine düşerse o kişinin talihi açılır, hatta padişah olurmuş. Devlet kuşu ola­rak kabul edilir.
Bunların dışında, eski Yunan’da tıp ilminin piri Bokrat (Hipokrat), Arap ede­biyatında cömertliğin sembolü Hâtem-i Tayî gibi şahsiyetler, Hüsrev ü Şîrîn, Leylâ ve Mecnûn, Yûsuf u Züleyhâ gibi mesnevi kahramanları ve bu mesnevi­lerde geçen olaylar bu bağlamda değerlendirilebilir. Bunlar Iran şiirinde algılanış biçimiyle Divan şiirinde yer almışlardır.
Divan şairleri kendi dönemlerinde yaşamış olan sultan ve diğer devlet adamla­rının isimlerine de çeşitli vesilelerle eserlerinde yer verirler. Kendileri gibi şair ve sanatkâr olan ve bir kısmı üstat kabul edilen şairlerin adları da Divan şairle­rinin kullandıkları isimlerdendir.
Divan şiirinde coğrafya: Osmanlı devletinin si­yasi coğrafyasının yanı sıra müşterek geleneksel edebiyatta geçen mekânlar yer almaktadır.
Divan şiirinde en fazla geçen ülke ismi Çin’dir. Çîn ü Mâçîn, Çîn ü Horasan ifa­deleri birbirine yakın bir coğrafyayı işaret eder. Çin, meşhur ressamı Mani münasebetiyle şiirde yer aldığı gibi, güzel kokulu miskin bu ülkede yaşayan ahunun göbeğinden elde edilmesi dolayı­sıyla da “misk-i Çîn”, “nâfe-i Çîn”, “âhû-yı Çîn” gibi tamlamalarda zikredilir. Sevgi­linin saçı, kaşı, beni ile renk ve koku yönünden bu bağlamda ilişki kurulur.
Rûm ve Şâm kelimeleri de sevgilinin güzelliği ile ilgili olarak kullanılır. Osmanlı ülkesini gösteren Rum kelimesi beyazlık, parlaklık münasebetle­riyle sevgilinin yüzü için kullanılır. Sevgilinin saçı ile ilişki kurulur. Hindistan ile de siyah renk münasebetiy­le sevgilinin beni arasında ilişki kurulur. Mısır, Yusuf kıssası münasebetiyle; Irak, Hicaz, Isfahan ise birer musiki makamı oldukları için de her iki anlama gelecek şekilde şiirde kullanılır. Moğollarca yağmala­nan Bağdat âşığın sevgilisi tarafından harap edilen gönlü Yemen akik, Aden inci, Bedahşan la’l gibi kıymetli taşlar dolayısıyla, Bahreyn âşığın gözyaşı dö­ken iki gözü için, Bâbil, Harut ve Marut adlı iki meleğin büyü öğrettiği şehir olma­sı Isfahan meşhur sürmesiyle ile şiirde yer alır. Azerbaycan, Türkistan, Semerkand, Buhara, Irak, Kerbela, Basra, Necef, Kudüs, Vadî-i Eymen, Mekke ve Medine de şiirde yer alan coğrafi mekân isimlerindendir. Anadolu ve Rumeli coğ­rafyasından Aydın, Manisa, Karaman, Vardar, Edirne, İstanbul gibi önemli şehirler de şiirde yer alır. Ceyhun, Dicle, Fırat, Aras, Nil nehirleri genellikle âşığın döktüğü gözyaşları dolayısıyla geçer.
Tabiat İle İlgili Unsurlar
Kozmik âlem: Divan şiirine hâkim kozmoloji anlayışına göre gökyüzü katman- lar(felekler)dan meydana gelmiştir. Dünya bu feleklerin merkezinde yer alır. Gökler onun üzerinde soğan zarları gibi üst üste geçmiş bir hâldedir. Her felekte bir “seyyâre (gezegen)” vardır. Felekler bu gezegenlerin adlarıyla anılır: seb’a-i seyyare (yedi gezegen) adı verilmiş olan Ay (kamer, mâh), Utarid (Merkür), Zühre (Venüs, Nâhîd) , Şems (Güneş, Hurşîd), Mirrih (Merih), Zuhal (Satürn), Müşterî (Jüpiter)’dir. Gezegenlerden sonraki sekizinci felekte sabit yıl­dızlar vardır. Sonrasında boş olan atlas feleği yer alır. Güneş sultandır. Ay vezir, Utarit kâtip, Zühre çalgıcı ve rakkase, Mirrîh komutan, Müşterî kadı ve Zuhal hazi­nedar olarak hayal edilir.
Felekler ulvî (yüce) varlıklardır. Dört unsur (anâsır-ı erba’a) olarak adlandı­rılan hava, su (âb, mâ), âteş (nâr) ve toprak (hâk, türâb) ise süflî (düşük) var­lıklardır. Dokuz felek babalar (âbâ), dört unsur da analar (ümmehât) olarak ha­yal edilmiş, bunlardan mevâlîd-i selâse (üç çocuk) denen hayvânât (insan ve hayvanlar), nebâtât (bitkiler) ve cemâdât (cansız varlıklar) olmak üzere üç ço­cuk meydana gelmiştir.
Zaman: Zaman kavramı “zamân”, “rûzgâr”, “vakt”, “devr” ve “dehr” sözcükleri ile ifade edilir. Dört mevsimden ikisi öne çıkar: Bahar ve hazan (son­bahar). Kış Divan şiirinde nispeten az rastlanan bir mevsimdir. Yaz mevsimi ise çok nadir görülür. Aylardan Nisan, bu ayda yağan yağmurun istiridyenin ağzına düşmesi sonucu inci meydana getirmesi ile Muharrem ayı da Kerbela olayının mu­hayyilede meydana getirdiği üzüntü, acı ve keder kavramları ile şiirde yer alır.
Hayvanlar: Bülbül (hezâr, andelîb), şahin, keklik(kebg), sülün (tezerv), güvercin (kebûter), papağan (tûtî), tâvûs, kumrî (kumru) gibi kuşlar olumlu kuşlar, akbaba (kerkes), baykuş (bûm), karga (gurâb, zâg), yarasa (huffâş), çaylak (zegân) ise olumsuz kuşlar olarak görülmüştür.
Arslan (şîr, gazanfer), peleng (kaplan), bebr (pars), âhû (gazâl) gibi olum­lu hayvanlaın yanı sıra çakal, tilki, fil (pîl), eşek (har), it (seg, kelb) gibi hayvanlar da geçer. Bunların dışında pervâne (kelebek), sinek (meges, zübâb), arı (zenbûr), karınca (mûr, mûrçe), örümcek (ankebût), balık (mâhî), timsah (neheng), yılan (mâr, su’bân, ef’î), sincab, kakum, samur, deve (nâka, üştür, ba’îr) de şiirde geçen diğer hayvanlardır.

Bitkiler: Ağaç (şecer, dıraht) ve fidan (nahl, nihâl) sıkça ge­çer. Şiirde ağaç türlerinden en çok sevgilinin boyunun benzetildiği servi, ayrıca çenâr, ar’ar, tûbâ, şimşâd, ve sanavbere, çiceklerden ise güle rastlanır. Gül sevgili veya sevgilinin ağzı, yanağı, kulağı gibi bir uzvudur. Yine küçüklüğü ve kapalılığı ile gonca ile diken de konu olmaktadır. Diken (hâr) sevgili ile âşık arasındaki engelleri sembo­leder. Bunun dışında lâle, benefşe, reyhan, nane, şebboy, sünbül, yasemen, nergis, za’feran, nilüfer, karanfil de sıkça geçer.
Divan şiirinde meyvelerden ayva, elma (sîb), nar (enâr, rümmân), şeftâlû, üzüm (engûr), badem (bâdâm), fıstık (piste) gibi meyveler de sev­gilinin güzelliğini ifadede yararlanılan unsurlardır.
Her ne kadar aşk kavramı tasavvuf literatüründeki anlamını İslam ilk dönemlerinden sonra kazanmış ise de tasavvuf çevrelerinde sıkça kullanılan ve Hz. Muhammed’in söylediği ileri sürülen “Aşık olup da aşkını gizleyen, iffetini koruyan ve bu hâl üzere iken ölen kişi cennete gi­rer.” sözü aşkı kutsar. Aslında aşk bütün kâinatın hatta gök cisimlerinin bile hare­ketine sebep olarak gösterilecek kadar önemli bulunur. Aşkın cismanî ya da bedenî olarak algılanmaz. Bu anlayışın ortaya koydu­ğu aşk, sevgili ve âşık tiplerinin düz anlamlarından öte başkaca anlamlara da sa­hip olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Aşkın amacı vahdete, yani “varlık birliği”ne ulaşmaktır. Aşk makamına ulaşınca insan kâinatta ayrı ayrı var olduğu sanılan eşyanın aslında tek bir varlık olduğunu görür. Bu makama ulaşılınca “sultan” ile “dilenci” birbirinden ayırt edilmez.
Divan şiirinde beyitlerin yorumunun beşerî ve dünyevî (mecâzî) aşk arasında gidip geldiği; bütünüyle beşerî aşkın dile getirildiği örnek­lerde bile aşkın kutsandığı tasavvufî bir anlayışa gönderme görülür.
Aşkın bu niteliği ve felsefî derinliği sevgilinin kimliği ile ilgili belirsizlik sonu­cunu doğurmuş, böylesine kusursuz güzellik sahibi olan sevgilinin ancak Allah, peygamber veya padişah olarak yorumlanabileceği ileri sürülmüştür. Sevgilinin cinsiyeti de genelde kesin değildir. Aslında güzellik kavramı­nın övüldüğü ve yüceltildiği görülür Kâinattaki güzellikler ve güzeller İlâhî güzelden işaretlerdir.
Divan şiirindeki sevgili tipi mükemmel güzelliği kendisinde toplamıştır. Divan­larda sevgililer, tek bir tiptir.
Sevgili ayrıca âşığa ilgisiz davranır (istiğnâ, tecâhül), âşığa acımaz, sürekli nazlanır. Divan şiirindeki aşk, tek taraflıdır. Sevgili âşığına karşı ilgisizdir. Bütün güç, kuvvet sevgilinin elindedir. Sevgili bir padi­şah, efendi âşık ise onun kölesi gibidir. Âşığa eziyet eder, üzer. Vefasız, mesa­feli, hesap sorulamaz, ulaşılamazdır. Sevgili başta güzellik sembolü Hz. Yusuf, Hz. İsa ve Hz. Süleyman’a benzetilir. Aşk ülkesinin sultanıdır. Silahları kaş (ebrû), kirpik (müje, müjgân) ve gamzedir. Girdiği ülkeyi (âşı­ğın gönlünü) harap eder.
Âşık ise gözyaşı döker, ağlar ve feryat eder. “Sabır ve­ya sefer” yani o ülkeyi terk etmekten başka çaresi yoktur. Fakat aşk derdi­nin bitmesini istemez. Sevgiliden gelen eziyetleri, cefayı bile bir ilgi olarak kabul eder. Âşık için en büyük felaket ise sevgilisinin kendisini bütünüyle terk etmesidir.
Rakip/ağyar ise âşığın sevgiliye ulaşmasının önündeki engeldir, hatta sevgili kendisinden esirgediği yakınlığı ona gösterir. rakîb “it", “diken", “karga", “akreb", “şeytan", “iblis" olarak nitelenir.
Eski Türk Edebiyatında Nesir
Nesir (Nesr), Vezinli olmayan, düzyazı, söz anlamına gelir. Nesir yazılara “mensûr”, nesir yazarlarına da “nâsir” denir. nazmın gölgesinde kalmıştır. Bunda, sanatlı söyleyişin öncelikle şiir dilinde var olduğu düşün­cesi etkili olmuştur.
İslam dininin kabulünden sonraki ilk Türkçe nesir örnekleri Karahanlılar dönemine aittir.
Başlangıç döneminde Arapça ve Farsça yazılan eserlerde edebî nitelik ön planda değildir. Bu eserlerin çoğu Arapça ve Farsçadan serbest bir şekil­de yapılan tercümeler olup bilgi verici, eğitici, yol gösterici niteliğe sahiptirler. Dili ve üslubu sade, cümleleri kısa ve basit olup derin bir sanat an­layışını ve kültür birikimini yansıtmaz. Anadolu sahasında gördüğümüz beyliklerin idarecilerinin Türkçe dışında başka bir dil bilmemelerinin, Türkçenin yazı dili olarak gelişmesini sağlar. Divan şiiri dilinin söz varlığı, üslûp açısından geçirdiği aşamalara paralel olarak nesir sahasında za­man içerisinde değişiklikler görülür.
15. yüzyıl sonlarına kadar yazılan eserlerin temel özelliği dinî ve ahlakî niteli­ğe sahip olmalarıdır. Çoğu tercüme esaslı olan bu eserlerin dili ve üslûbu bir sonraki yüzyılda farklılaşmaya başlar. XVI. yüzyılda Türk Edebi­yatı nesirde de sanat kaygıları ortaya çıkmış; maksadın ifade şeklini belirlemeye başlamıştır.
Eski Türk Edebiyatındaki nesir dilinin asırlar boyunca verdiği örneklerini bu açıdan iki grupta inceleyebiliriz:
  1.  Sade Nesir
  2.  Süslü Nesir
Sade nesrin ilk örneklerinde dilin başarılı bir şekilde kulla­nılmadığı, Arapça ve Farsça kelimelerin daha az yer aldığı, terkipli bir üslubun bu­lunmadığı ve okuyucu kitlesi olarak genele hitap edildiği görülür. Süs­lü nesirde ise anlatılmak istenen, dilin bütün estetik imkânlarından yararlanılarak ve söz sanatları kullanılarak etkileyici bir şekilde sunulur. İlk nesir örnekleri sade nesirle verilmiştir. Sinan Paşa’nın Tazarrunâmdsi süslü nesrin ilk örneği olarak kabul edilir. En uç örnekler olarak da Veysî ve Nergisî’nin eserleri gösterilir.
İlk tarihlerimizden olan Âşık Paşazade Tarihi sade nesrin örneği olmakla birlikte yine aynı türden İbni Kemal’in ve Hoca Sadeddin’in tarihleri süslü nesre örnek verilebilir. İlk dönemde kaleme alınan Kısas-ı Enbiyâ ile son dönem eserlerinden Cevdet Paşanın Kısas-ı Enbiya’sısadedir. Fakat aynı yazarıneseri Târîh-i Cevdet'in üslubu daha farklıdır. İlk dönemlerde kaleme alınan eser­lerin dilinin sadeliğini dilin o dönemdeki durumu ile izah etmek daha doğru olur. Ayrıca aynı yazarın farklı kitlelere hitap ettiğinin bilinciyle farklı üslûplar kullandığı da görülür.
Eski Türk Edebiyatı Tarihinin Başhca Kaynakları
  1. Şu’arâ Tezkireleri: Şu’arâ tezkireleri şairlerin hayatları, eğitimleri hakkında kısaca bilgi veren, onların eserleri ve sanatları hak­kında değerlendirmeler içeren eserlerdir. Sehî Bey tarafından 1538 yı­lında yazılan HeştBihişt, Batı Türkçesiyle yazılmış ilk tezkire olup tezkire yazma geleneğinin Fatin(ö. 1867)’in 1852 yılında yazdığı Hâtimetü ’l-Eş ’ âri ile sona erer.
  2.  Şakâiku’n-Nu’mâniyye ile Tercüme ve Zeyilleri: Taşköprîzâde’nin yazmış olduğu bu eser Osman Gazi’den Kanuni Sultan Süleyman zama­nına kadar yaşamış bilginler, şairler, kültür adamları ve mutasavvıflar hakkındadır. Aslı Arapçadır. Büyük ilgi görür, aynı dönemde ilaveli tercümele­ri yapılmaya başlanmış, 19. yüzyıla kadar bu eserde bulunmayan kişilerin yer aldığı “zeyil (ek)”leri yazılmıştır.
  3. Mevki ve mesleklere göre kişiler hakkında bilgi veren eserler: Bu eser­lerin Hadîkatü’l-Mülûk, Hadîkatü’l-Vüzerâ, Devhatü’l-Meşâyih gibi sırasıyla padi­şahların, vezirlerin, şeyhülislamların hayatları hakkında bilgi verenleri olduğu gibi Tezkiretü’l-Hattâtîn, Atrabü’l-Âsâr gibi hattatları ve musiki ustalarını ele alanları, Menakibü’l-Ârifin, Lemezât-ı Hulviyye gibi sadece tasavvuf ileri gelenlerini topla­yanları, Nefehâtü’l-Üns gibi evliyalardan bahsedenleri (Tezkiretü’l-evliyâ=evliya tezkireleri) de vardır.
  4. Türlü biyografik eserler: belli bir vilayette yetişenleri ele alan Türkçe eserler olduğu gibi, Kâtip Çelebi’nin Süllemü’l-Vüsûl ilâ Tabakâti’l-Fuhûl, Müstakimzâde’nin Mecelletü’n-Nisâb’ı gibi bütün İslam dünyasında yetişmiş olan meşhurları konu alan Arapça eserler de edebiyat tarihimiz açısından önemlidir. Daha sonraları, yakın dö­nemde Bursalı Mehmed Tahir tarafından yazılan Osmanlı Müellifleri, Mehmed Süreyya tarafından yazılan Sicill-i Osmanî, Muallim Naci’nin Esâmî ve Osmanlı Şairleri isimli eserleri, Faik Reşad’ın Eslâfı bu grupta değerlendirilebilecek önemli eserlerdendir. Hüseyin Hüsameddin’in Amasya Tarihi gibi eserlerde de o çevrenin yetiştirmiş olduğu şair ve yazarlar hakkında bilgi vardır.
  5.  Osmanlı Tarihleri: bir kısmı yazarların kendiliğinden, bir kısmı da devlet tarafından görevlendirildikleri için yazılan eserlerdir. Âşık Paşazade’nin Tarihi’nden itiba­ren her asırda pek çok eser verilmiş olup bunların bir kısmı Neşrî, Solak- zâde, Peçevî, , İzzî,Vâsıf, Cevdet Paşa gibi yazarların adlarıyla anılmaktadır. Gelibolulu Ali’nin Künhü’l-Ahbâr isimli tarihi de şair­ler hakkında doğrudan bilgi verdiği için edebiyat tarihi için önemli bir kaynaktır.
  6.  Bibliyografyalar. Taşköprîzâde tarafından yazılan ve oğlu tarafından geniş­letilerek çevirisi yapılan Mevzû’âtü’l-Ulûm, Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zunûn an-Esâmi’l-Kütübi ve’l-Fünûn ve zeylleri isimli eserler edebiyat tarihimiz için önemli bibliyografik kaynaklardır. Eserler ve yazarları hakkında kısa bilgiler her ilmin ta­rifi ve diğer ilimlerle ilişkisi üzerinde de durulmaktadır.
  7.  Ansiklopedik eserler: Şemseddin Sâmî’nin Kamûsü’l-A’lâm,Ah­med Rıfat’ın Lugat-ı Târihiyye ve Coğrâfiyye’si bu grubun önemli eser­lerindendir.
  8.  Sözlükler: Bu sözlüklerin bir kısmı Mütercim Asım’ın Kamus Ter­cümesi gibi sözlük olmanın yanı sıra farklı alanlarda katkı da sunar. Şemseddin Sami’nin Kamûs-ı Türkî, Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmânî, Muallim Naci’nin Lügat-ı Nâcî adlı sözlükleri de belli kavramların dönemlerine gö­re nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda bilgi verir.
  9.  Edebiyat tarihleri: Abdülhalim Memduh’a, Şehabeddin Süleyman’a ve Faik Reşad’a ait Târîh-i Edebiyyât-ı Osmâniyye isimli eserler, İsmail Ha­bib Sevük’ün Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi…
  10. Klâsik edebiyat bilgisini konu alan eserler: Bunlar belâgat ilmi ile ilgili olup bazıları Fars büyük kısmı ise Arap belagatini izlemektedir. Bu konuda 16. yüzyıldan itibaren eser verildiği görülmektedir. Sürurî’nin Bahrü’l-Ma’ârif, Ismâîl-i Ankaravî’nin Miftâhü’l-Belâga veMisbâhü’l-Fesâha, Süleyman Paşa’nın Mebâni’l-lnşâ, Ahmed Cev­det Paşa’mn Belâgat-i Osmâniyye, Recaizade Mahmud Ekremin Taîîm-i Edebiyyât, Mehmed Rifat’in Mecâmiu'l-Edeb adlı eserleri bu dönemde edebî eserlerin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği hususunda, ayrıca estetik değerlerde meydana gelen değişiklikleri izleme imkâ­nı sunmaktadır.
Bunların dışında yazma ya da bas­kı kitaplar, risaleler ve gazeteler, çeşitli mektuplaşma ve yazışma örneklerini içe­ren münşe’ât kitapları, belli bir bilim dalma ait terimleri toplayan lügatler, ayrıca başta Ziya Paşa’nm Harabâtı olmak üzere o devirde çeşitli şairlerin şiir­lerini toplayan antoloji niteliğindeki matbu eserler, aynı mahiyetteki yazma şiir ve nazire mecmuaları da kaynakları arasında yer alır. Eski Türk edebiyatı tarihi ile ilgili olarak Cumhuriyet döneminde ortaya konulan konu ile ilgili eserler önemli kaynaklar arasındadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Disqus Shortname

Comments system